Yaratılış

 Yaratılış miti, insanın kendini inkar biçimlerinden en eskisidir. Adem ve Havva, sadece birer figür değil; insanın, taşıyamadığı bilinci başkasının omzuna yükleme çabasında yarattığı yansımalardır. Ve yasak elma, arzunun değil; iradesizlikle baş edemeyen bir varlığın, suçunu meşrulaştırmak için yarattığı aldatıcı bir semboldür. Bilinç, tanrıdan gelen bir ödül değil, insanın iç çatışmalarının bedenlenmiş hâlidir: ne kaçılabilir ne de susarak bastırılabilir. Onu inkâr eden herkes, er ya da geç kendi çığlığında boğulur.

 Elmaya uzanan el, iradesine sahip çıkamayınca suçunu yılanın fısıltısına yüklemeyi seçmiştir; çünkü insan, kendi günahını üstlenemeyecek kadar zayıf, o günahın ona bahşettiği bilinci de kabullenemeyecek kadar korkak olma potansiyeline sahiptir. Böylece hem uyanır, hem uyanışını inkâr eder. Bu yüzden elmayı yiyen kendisidir ama cezayı hep başkası çeker. Yılan olur, kadın olur, tanrı olur. İnsan, kendi iradesine karşı kör olmak için efsaneler yaratır, efsanelere tapar, sonra o tapınaklarda kendi hakikatinden saklanır. Ve bu saklanma hali “inanç” diye yüceltilir. Oysa o inanç, çoğu zaman yalnızca düşünmeye tahammülsüzlüğün süslü bir ismidir. Her yasağın ardına yerleştirilen tanrısal otorite, insana ait olanı kutsal bir dış güce havale eder. Çünkü insan, özgür olduğunu duymak ister ama özgürlüğün getirdiği sorumlulukla yüzleşmeye cesaret edemez. O yüzden, zincirlerini kırmaz; zincirlerine isim verir: “kader”, “ahlak”, “din”, “günah”. Ve sonra o isimlerin altında sürünerek yaşar. Kendi karanlığıyla yüzleşemeyenler, ışığı hep gökyüzünde arar; çünkü kendi içlerinde hiçbir şeyin yanmadığını çok iyi bilirler.

 Yaratılış miti, düşüşün hikâyesi değildir. Bu, insanın kendi karanlığını başkasının fısıltısıyla açıklamaya çalıştığı trajik bir kaçıştır. Yılan yalnızca bir bahanedir; asıl zehir, insanın kendi içindedir. Ve en büyük çürüme, bu kaçışın hikmet zannedilmesidir. Kendi varoluşuna bakmaya cesaret edemeyenler, tanrıyı gözlerinin önüne değil, bilinçlerinin dışına koyar. Çünkü göz göze gelmek, hesaplaşmayı gerektirir. O hesaplaşmada, yaratılış mitine sığınanlar, hep sustukları şeylerle çarpışır. Bilinci kutsayanlar değil; bilincinden kaçanlardır çoğu zaman en çok “inanmış” görünenler. Çünkü onlar bilir: düşünmeye başladıkları an, tapındıkları her şey çatırdayacaktır.

 Özgürlük irade, her zaman bir armağan değildir; kıymetini bilmekten endini yoksun bırakan için cehennemin en dürüst hâlidir. İnsan seçebilir ama seçiminin sonuçlarıyla yaşama noktasında kendine yalan söylemekten çekinmez. İşte o noktada yaratılır mitler. Çünkü mitler, taşıyamadığımız gerçekliğe diktiğimiz duvarlardır. Hakikatin ışığı gözlerini yaktığında, ona sırtını dönen insan, gölgelerde görkem ve hikmet arar. Oysa gerçek, ne görkemlidir ne de bulmayı umduğu hakikat, kendi ördüğü duvarların arasındadır.

 İnsanın asli günahı elmayı yemek değil; onu yediği hâlde hâlâ başkasını suçlamasıdır. Ve bu suçlamalarla ördüğü her hikâye, onu kendi zincirlerine daha da mahkûm eder. En koyu inançlar, çoğu zaman en derin kaçışların duvarlarıdır. Ve o duvarlar yıkılmadıkça, insan hakikati görmez; yalnızca ona methiyeler düzer.

 En derin günah, bir seçimi yapıp sonra onun bedelinden kaçmaktır. Ve en keskin ceza, insanın her sabah kendi gözlerine bakarken kendini tanıyamamasıdır. Yaratılış, aslında insanın kendi suretinden korkmaya başladığı ilk gündür. Ve o korku, hâlâ sürmektedir.


Popular posts from this blog

Evreka Yanılgısı

Adaletin Olmadığı Yerde Tanrı Susar

İnancın Anatomisi