Kader Gayrete Aşık Değil

  Kader denen kavram, yorgun ruhların sığındığı bir ilüzyondan ibaret olabilir. Çünkü insan, çaresiz kaldığında anlam icat eder; başaramadığında kaderi suçlar, başardığında ise kendi gayretini över. Ama gerçek şu ki, bu iki ucun ortasında varoluşun sert yüzü vardır: teslimiyetle çırpınışın iç içe geçtiği o gri alan.

 İnsan, kendi acziyetinin üzerine şiir yazmakta ustadır. “Kader” adını verdiği kavram, çoğu zaman başarısızlıklarını süslediği en güzel yalandır. Çünkü insan ne zaman durur, ne zaman bocalar, ne zaman yolun sonunu göremez hale gelirse, orada bir “yazgı”nın varlığına sarılır. Bu, bilinmeze duyulan hayranlıktan değil, bilinmeyeni taşımaya duyulan korkudan doğar. İnsan, sorumluluğu doğaüstüne havale ederek vicdanını aklamaya çalışır. Kader böyle doğar; bilinçten kaçışın kutsal ilan edilmesidir. İnsan, kendi yazgısını okuduğunu sanırken, çoğu zaman başkasının kalemini kutsar. “Kader” der, çünkü sorumluluğun ağırlığı altında ezilmek yerine, görünmeyen bir elin çizdiği yolu takip etmeyi seçmek daha kolaydır. Oysa kader, çoğu kez bir tembellik biçimidir; insanın kendi acizliğine anlam katma çabasıdır.İnsanın trajedisi, sınırsız bir irade arzulayıp, aynı zamanda tüm hatalarının yükünü kadere devretme arzusudur. İşte bu yüzden kader, çoğu zaman tembelliğin estetikle cilalanmış biçimidir. Oysaki gayret, bu mitin en sert düşmanıdır. Çünkü gayret eden, “çizilmiş yazgı”yı reddeder, bu da insanın kendi varlığına attığı en kesin imzadır.

 Gayret, kaderin aksine hesap sorar. “Olduğu için değil, yaptığım için oldu,” der. Gayret varsa, sonuç rastlantı değildir; kaderin değil, seçimin ürünüdür. Ve işte burada asıl soru doğar: Eğer gayret, sonucu değiştirebiliyorsa, kader neye hizmet eder? İnsan kendi eylemleriyle geleceği biçimlendirebiliyorsa, “önceden yazılmış” olan nedir? Belki de kader, hiç var olmadı. Sadece var olmasını istedik, çünkü bu, hayatı taşımanın daha konforlu bir yoluydu. “Böyle olması gerekiyordu,” dedik. Çünkü “benim yüzümden oldu” demek için gereken içsel ağırlık, herkesin kaldıramayacağı kadar keskindi. Ama gerçek cesaret, bu ağırlığı omuzlamakta yatar. Kader, tanrısallaştırılmış bir kaçış yoludur; gayret ise insanın tanrısal yönüdür. Ve bu iki güç aynı evrende barınamaz.

 İnsan, çabaladıkça kader diye bir şeyin olmadığını kanıtlar. Kalem elindeyken yazılmış bir hikâyeye inanmaz. Her adımıyla yeniden yazmaya başlar. O yüzden, kader gayrete aşık değildir; ondan nefret eder, çekinir. Eğer kader gerçekten varsa, o zaman gayret sadece bir illüzyondur. Ama eğer gayretin sonucu bir şeyleri değiştiriyorsa, kader yalandır. Kader, insanın kendi özgürlüğünü kaldıramadığında icat ettiği basit bir yalandır. En yerinde sorular ise hâlâ cevapsızdır:

Eğer bir şeyin değişebileceğini biliyorsan, hâlâ kader diyebilir misin?

Ve eğer diyemiyorsan, o zaman yıllarca inandığın neydi?

 Kader, bilinçsizin dini; gayret, uyanmışın lanetidir. Ve bu lanet, her gün yeniden yazmaya cesaret edebilenlerin alnına kazınır. Kader, direnmeyene işler. Sorgulamayanın alnına mühür gibi yapışır. Ama sorgulayanın, yoldan sapmaya cesaret edenin zihninde erimeye başlar. Yazgı, ancak onu yazan korkarsa güçlüdür; ama cesur olan için kader diye bir şey kalmaz. En keskin özgürlük, insanın kendi yazgısının yazarı olduğunu kavradığı fark ediştedir. O anda kader, susar.


Popular posts from this blog

Evreka Yanılgısı

Adaletin Olmadığı Yerde Tanrı Susar

İnancın Anatomisi