Sarhoşluk Hali
İç dünyamız, itiraf edilemeyen duygularla ve çözülmemiş çelişkilerle örülüdür. İnsanın iç hesaplaşmaları, kendine itiraf edemediği arzular ve acılar; çelişkiyle beslenen bir yoğunluktur.
Aşk sarhoşluğu diye bir şey yok. Bu sadece insanların kendilerini avutmak için uydurdukları, duyguyu hafifleştiren bir maske. Gerçek sarhoşluk; hasretten gelir, çünkü insan elinden kaçanı, hele ki hiç yakalayamadığına inandığını unutamaz. Unuttum sandıkça daha da derine iner; bastıkça, daha çok kabarır. Ne kadar çabalasan da bedeninle ruhunu senkronize edemezsin. Ruhun çoktan başka bir zamanda, başka bir yerde yaşamaya başlamıştır. Ve sen bunu fark ettiğinde, kendine yabancılaşmış olursun. Karşına geçip sana bir şeyler anlatan insanları duyarsın belki ama, kelimeleri seçemezsin. Çünkü zihnin hâlâ bir sese saplanmış durumdadır. Ve o sesi bir daha asla duyamayacağın ihtimalini de bile bile, başkalarının sesinin tınısında aramaya devam edersin. Yokluğuna alıştığın ama hiç duymadığın bir kokuyu duyumsar gibi olursun, burnunun ucunda değilse bile zihninin en kuytu yerinde. O an anlarsın, insanın en derin sarhoşluğu; olmayan bir şeyi var etmeye çabaladığı andır. Hasret, ne zaman ruh ve beden bir araya gelecek diye beklerken, her defasında daha da uzaklaşan bir hayaldir. Bu hayalin sarhoşluğu, insanın en yıkıcı bağımlılığıdır.
Sarhoşluk halinin kaynağı her ne kadar büyük ölçüde hasrete tabi olsa da, bu duygu tam olarak bir boşluktan değil; aşkın insanı sarmaya başladığı en yoğun halden gelir. Çünkü aşk insanı esir almaya başladığında, öylece geçip gitmeyi reddeder. Hasrete de dönüşse, en derinden hissedilmeyi talep eder.
İnsanın varoluşundan beri aşk, kaçınılmaz bir yıkım ve direniş kaynağıdır; platonik, karşılıksız, başlamayan ya da sonsuza dek süren halleriyle, özü değişmeyen bir kavga ve tutku. Bu duygu, kaderin insana yüklediği bir gayrettir; tanrının inançsız birine uzattığı elin, surete bürünme biçimidir. Bu suretin yansımasına rastladığın bir çift gözün içinde, kendinden bir şeyler bulma hevesi; insanın bütün dengelerini baştan inşaa etmesi için kusursuz ortamı hazırlar. Aşk, aklın düzenini yıkar, dünyanın en karanlık yanlarını affetme arzusunu doğurur.O an ortaya çıkar ki, aşk akılla kavranamaz; akıl, sarhoşluğun büyüsüne boyun eğer.
Bazı durumlarda bu hisler, insanın kendi iç gerçekliğine tuttuğu en acımasız aynaya dönüşür. Kimi zaman birinin varlığıyla tamamlanmak ister, kimi zaman yokluğunda kendini anlamaya çalışır. Ama aşkın en güçlü hali nedir? Birine hiç ihtiyaç duyulmamasına rağmen, sadece onunla var olmak istemek mi? Yoksa kimseye ihtiyaç duymayan birinin, bir başkasının varoluşunu, kendi panzehiri sanacak kadar zayıf hissettiği an mı? Belki de bu iki uç arasında sürekli gidip gelen bir irade sınavıdır. Çünkü aşk ne yalnızca özgürlük, ne yalnızca teslimiyettir. Hiçbir şeye muhtaç olmadığını bilen bir ruhun, tüm benliğiyle bir başkasında çözülmeyi göze almasıdır.
Ve sonunda aşk, insanın kendi bütünlüğünü riske atarak, bir başka varlığın içinde parçalanmaya razı geldiği tek bilinçli deliliktir.