"Eleştiri" İhlali
İnsan, en karanlık dürtülerini en parlak vitrinlerde sergilemeyi iyi bilir. Elinde yansıtacak imkanı olan kişiye bir perde verin, üzerine işkence yansıtsın; bir kamera verin, gözünü kırpmadan iç parçalayan bir kurgu yaratsın; adına da “sanat” desin. Böylece vicdanını aklar, sapkınlığını estetize eder. Ama estetik olan, her zaman sanat değildir. Ve rahatsız edici olan, her zaman düşünmeye zorlamaz. "A Serbian Film" gibi örnekler, insan zihninin çürümeye ne kadar yatkın olduğunu gözler önüne serer. Ama bu filmleri savunanlar çoğu zaman şu yalana sarılır: “Bu, sistem eleştirisidir.” Hayır. Bu, çoğunlukla yalnızca bir teşhirdir. İşkencenin pornografik bir coşkuyla sahnelendiği bir anlatı, seyircinin düşünmesini değil, maruz kalmasını amaçlar. Düşünmek için değil, zevkle dehşete kapılmak için yapılmıştır.
Eğer bir yapımda şiddet, içsel bir yüzleşmeye, varoluşsal bir boşluğa, insana dair bir hakikate işaret etmiyorsa; o artık yalnızca sadizmdir, sadece dürtüsel tatmindir. Sanat, salt “rahatsız etmek” değildir. Ama rahatsız edici olanın anlamla yüklü bir yapısı varsa, işte o zaman seyirci yerinden doğrulamaz. Çünkü gerçekten rahatsız eden, mide değil, bilinçtir. İzleyiciyi sorgulatmayan dehşet, yalnızca yozluğun cilalı biçimidir. Bazı yönetmenler ve sanatçılar kendilerini “sınırları zorlayan sanatçılar” olarak görür. Oysa çoğu, yalnızca şiddeti bir fetiş haline getirmiş bir grup insandan ibarettir. Sanatçı olmak, karanlığı resmetmek ya da canlandırmak değildir sadece; o karanlığın içinden bir hikaye geliyorsa, o hikayenin duygusunu yansıtmaktır. Fetişize etmek değil. Aksi halde yalnızca yozluktur. Kalemi bunu müthiş bir dengede tutacak kadar güçlü senaristler varken, neden çoğunlukla salt tetikleyici ve derinlik kuramayan kişilerinki tercih ediliyor, belki orası alıcı kitlenin de incelenmesi gereken ayrı bir sosyoloji konusudur. Seyircinin midesini bulandıran görüntülerle değil, zihnini hedef alan sorularla yapılmalıdır bu tarz sanat eseri olarak sunulan eserler.
Ve bu yüzden bazı rahatsız edici yapımlar bilinçli bir ironi ve yıkım üzerinden giderken, izleyeni aşağılamaz, uyandırır. Ama bazısı, sadece izleyiciyi kirletmek ister. Çünkü amacı sanat değil, tahakkümdür. Seyirciye hükmetmek, onun sınırlarını zorlayarak değil, onları istismar ederek olur.
Sorulması gereken şudur:
Bir yönetmen, tecavüz sahnesini hangi iç sesle çekmiştir?
Bir senarist, çocuğa işkence sahnesini hangi hakikat adına yazmıştır?
Gerçekten bir şey anlatmak mı istemiştir, yoksa içindeki karanlığa sanatsal bir mazeret mi uydurmuştur?
İnsanlığın sınırlarını zorlayan yapımlar yapılmalıdır. Ama o “insanlık” kalmalı. Aksi takdirde “sanat” kisvesiyle sahnelenen her sapkınlık, teşhis konulmayı bekleyen bir hasta ruhu işaret eder. Gerçek sanat, dehşeti araç kılar; amacı değil.
Ve gerçekten rahatsız edici olan şey, sahnedeki kan değil; izleyenin o sahneye neden bu kadar uzun süre baktığını düşünmemesidir.Eğer bir film, seyircisini yalnızca kurbanlaştırıyor ve onu kendi karanlığının suç ortağı yapıyorsa, bu artık estetik değil; sapkın düşüncelere aranan ortaklıktır.
Korku türünün belki de en sıkı takipçilerinden olarak, filmlerin basit bir ürkütme mekanizmasından çok daha fazlasını sunmasını beklerim. Jump scare’ların ötesine geçip insanın en karanlık, en rahatsız edici köşelerine dokunan yapımlar her zaman övgüyü hak eder. Bu tür filmlerde, karakterlerin gerçek bir kalemden mi doğduğunu, yoksa yazarın kendi içindeki bastırılmış, hatta kendinden bile korktuğu dürtülerin mi dışa vurumu olduğunu sezebildiğimi düşünüyorum. İzlemesi zor ya da ağır olarak nitelendirilen sahnelerde gözümü kırpmadan durabilen biri olarak, teknik açıdan en basit şekilde çekilmiş “Barda 2” filmi, sürekli üzerine düşündüğüm bu konuyu tetikleyen son film oldu. Sadece rahatsızlık uyandırmaya çalışan ekibin, tepki almaktan çekinildiği de belli olacak şekilde, sahip olduğumuz insafsız hukuk sistemine zoraki eleştiriler getirmiş olmaları, özendikleri tarzın başarısız diğer örnekleri gibi farkındalık yaratmaktan hala çok uzakta.