Kırılma Anı

 Yaşam, insanın ölümle yüzleşmeye cesaret ettiği noktada başlar; ondan önceki her şey, yalnızca ertelenmiş bir yok oluşun hazırlığıdır.

 İnsanın varoluşu, ölümün perdesi altında şekillenir; hayat, farkına varmadan ölümle iç içe geçen bir meydan okumadır. Yaşam, yüzeyde süren bir yanılsama olsa da, anlamı ancak yok oluşun soğuk kıyısına yaklaşıldığında kavranır. Çünkü insan, varlığının sınırlarına ancak ölümü gözlerken ulaşır; o sınırlar ki, direnişle teslimiyetin acımasız kavşağıdır. Burada ruh, hem kırılganlığını hem de gücünü net bir biçimde hisseder. Bu bilinç, hayatın yükünü ağırlaştırır, ama aynı zamanda ona anlam verir. Yaşamak, ölümü yadsımak değil; onunla hesaplaşmak, onunla savaşmak ve yine de ayakta kalmaktır. Gerçek güç, ölümün gölgesinde dans edebilenlerin armağanıdır. Çünkü yaşam, ölümün varlığıyla anlam kazanır, reddedilmez, teslim olunmaz ama kabul edilir.

 Hayattan vazgeçtiğini sandığında başlar gerçek hesaplaşma. Çünkü bir şeyi terk ederken, onun ne olduğunu ilk kez görmeye başlarsın. Yaşam, sen ondan kaçarken gerçek yüzünü gösterir. Hayattan vazgeçmek, hafif bir pes ediş değil; ruhun okyanusun en karanlık diplerine kendini bırakarak çırpınmaya başladığı o ilk andır. Çünkü ruh, gitmek istemediğini ancak o sert kaos halinde, bilinçsiz bir çırpınışla haykırır. Yaşamak için ölmek gerekmez, elbet. Ama yaşamı anlamak için, ölümü bir noktada içselleştirmek gerekir. Ölüm, basit bir son değil; varoluşun kendisiyle hesaplaşma anıdır. İnsan ruhu, ölüme bu kadar yakın durduğunda kendi içinde varolan kopuşları görebilir. O anda da ruhu en çok kendi varlığına tutunmak ister. Vazgeçmek zannı, aslında sahip çıkmanın başka bir biçimidir. Çünkü yaşamdan gerçekten vazgeçen, onun ağırlığını hissedemez. Acının farkında olmak, hâlâ tutunduğunun kanıtıdır. İnsan, boğulurken bile nefes almaya çalışıyorsa, hâlâ yaşamak istiyordur. Ve insan, ölümü düşünerek değil; onunla göz göze gelip titrememeyi öğrendiğinde gerçekten yaşamaya başlar.

 Ve yaşamla yapılan bu mücadelenin beklenmedik anında kapıyı çalan yas, insana sahip olduğunu fark etmediği perspektiflerin kilidini açtırır. Ölüm, “iyi bir yerde” olduğu umuduna dönüşür; bir teselli maskesi, yıkımın keskin köşelerini örten bir yanılsama. Ama gerçek olan şu ki, bu inanç, varoluşun en derin yarasını deşer, kanatır. Yas, ölümü değil, yaşamın kopuşunu sorgular, gidenin sessizliği içinde kalan ruhun parçalarını donuk bir gözle izler. Ölümle barışmak, soğuk bir teslimiyet değil; yaşamı anlamak için verilen en sert, en keskin mücadeledir, varlığa tutunan son parıltıdır. Kayıp, insana şunu öğretir: Sevdiğimiz her şey geçicidir, ama bu geçicilik içinde tutunmaya değer olanı yaratmak bizim elimizdedir. Yaşamın değer ölçüsü, ölümle kurduğumuz bu diyalektik ilişkide yatar. Ölümü düşünmeden yaşamak, yüzeysel bir varoluştur. Ama ölümle yüzleşerek yaşamak, gerçek derinliğin saklı olduğu yerdir. Bu yüzleşme şunu gösterir: Yaşam ne anlamsız bir tesadüf ne de kutsal bir armağandır. Bir nevi, üstesinden gelinmesi gereken bir meydan okumadır.

 En güçlü ruhlar, bu ikilemi kucaklayabilenlerdir. Çünkü yaşam, ancak ölümü içine alacak kadar cesur bir bilinçte gerçek olur; geri kalan her şey, gecikmiş bir unutuş provasıdır. Takdiri en çok hak eden metanet, karanlığın içinde kaybolmadan ona hükmetmektir.


Popular posts from this blog

Evreka Yanılgısı

Adaletin Olmadığı Yerde Tanrı Susar

İnancın Anatomisi