Adaletin Olmadığı Yerde Tanrı Susar
Bazı insanlar doğar doğmaz cehennemi solur. Henüz ilk kelimesi ağzından dökülmemişken, ölümün kokusunu içine çeker. Temiz bir suya ulaşamadan ölen çocuklarla, hayatı boyunca kristal bardakta içtiği suyun markasını beğenmeyen çocukların aynı dünyada var olması, hayatın adil olmadığı gerçeğinin basit bir yansımasıdır. Fakat garip olan, adaletsizlikten ziyade, bu adaletsizliğe anlam arayan insanın pes etmemiş oluşudur. Belki de en büyük ironi şudur; her defasında, olmayan bir adaleti kanıtlamak için ruhunu paralayan insan.
Burada karşımıza bir dualite kavramı çıkar; iyilik ve kötülük, karanlık ve aydınlık, hak eden ve hak etmeyen. İnsan aklı bu dengeye sarılmak ister çünkü kaos dayanılmazdır. Fakat gerçek, dengeyi umursamaz. Evren, iyiliğe de kayıtsız kalabilir, kötülüğe de. Bir annenin kucağında son nefesini veren aç bir bebekle, lüks yaşantısında hayatı boyunca tek bir acıya dokunmadan ölen zengin bir bedenin denkliği yoktur. Çünkü hiçbir sistematik kural, hiçbir ilahi yazgı, bu eşitsizliğe yeterli bir açıklama getiremez. Dogmalar burada çatırdar. Tanrı burada sessizdir. Ve insan, en çaresiz anında sormaya başlar, tatmin olmadığı ya da razı gelemediği rasyonel cevapların yerini de soyut kavramlarla donatır. Kimi zaman da kendini, onu bir müride dönüştürecek olan dinin, kendisine pazarladığı ahiret inancına bırakmayı o kadar ister ki, bir afyon olan din kavramının içindeki tüm zihinsel çürüme eseri olan çelişkileri ve bilinç çoraklıklarını görmezden gelmeye razı olur.
Cevap arayanın çırpınışı, bazen iman olur, bazen öfke. Ama çoğunlukla üstü örtülmeye çalışılan derin bir boşluk. Çünkü kimse gerçekten yanıt veremez. Çocukken bombayla uyanan biri, neden bu hayattan kaçamazken, dünyayı gezmekten başka derdi olmayan bir diğeri hala şanslıdır? Bu yalnızca bir doğum şanssızlığı mıdır? Yoksa bu evren, kimsenin duasını duymayan kör bir makine midir? “Her şey bir sebeple olur” diyenler için sorulacak sorular basittir ama yanıtları yakıcıdır. Ne zaman, hangi sebeple, bir çocuk kan kusarken diğerleri altın beşiklerde doğmayı “hak etti”? İnsan hak etmez. Ne acıyı, ne ödülü. Çünkü doğarken kimseye seçenek sunulmaz. O yüzden “hak” sözcüğü, bazen en büyük yanıltmacadır.
Bu noktada, tanrı figürüyle yapılan hesaplaşma başlar. Eğer tanrı varsa, bu adaletsizliği nasıl açıklar? Eğer yoksa, neden bu kadar çok acı hala anlam arıyor? İnsanlar, cevapsızlığa tahammül edemez. Bu yüzden cenneti icat eder. Çünkü cehennemi zaten yaşıyordur. Bu yüzden “imtihan” derler, “kader” derler, çünkü başka türlü acıya da hayata da katlanamazlar. Oysa belki de cevap şudur; hiçbir şeyin anlamı yoktur. Evrenin umursamadığı bir varoluşta yaşıyoruzdur. Ve bu, korkutucu olduğu kadar özgürleştirici de olabilir. Çünkü anlamı biz yaratıyorsak, adaleti de biz şekillendirmek zorundayız. Bunu tanrıya, kadere ya da dualiteye devrettiğimiz her an, o suskun güçler bizim yerimize karar vermeye devam eder. Pek tabii, bu suskunluktan faydalanmaya çalışan insanlar da her zaman olacaktır.
Kendini evrenin merkezine yerleştirip “arzu ettiğin her şey sana gelir” safsatasına inanacak kadar dünyadan ve hayattan kopuk yaşayan, günümüz "spiritüelleri" kendilerini de, kendileri gibi zeka parıltısından uzak ve her ne kadar kibar dilleri ve yumuşak hareketleriyle başka bir profil çizmeye de çalışsalar da, oldukça duyarsız her insanı da kandıracak delüzyonellik seviyesine ve şuursuzluğa sahiptir. Ruhaniyetin ne olduğuna dair tek bir derin düşünce üretmemiş, sezgiyle sömürü arasında köprü kurmaktan aciz bu bireylerin; insanların bilinçaltına sızarak onları kandıran sahtekarlara hem paralarını hem umutlarını teslim etmeleri, inanç değil, aklın iflasıdır. Kendi zihinlerini sorgulamayanların, bir enerjiye yönelttikleri dileklerin ciddiyetine inanmaları ancak zeka yoksunluğuyla açıklanabilir. (Zira bu tür insanların ticari zekası da pek derin çalışmadığından, aklının ve ruhunun iplerini başkasına verme, üstüne de para verme eğilimleri aslında çok da garipsenmemelidir.) Eğer inandığınız şey, bilinçli bir güçse ve bu güç sizin dileklerinizi işitip aksiyona geçiyorsa, o halde evren dediğiniz şey bir tanrı değil, sizin konforunuza tapan bir köledir. Ve eğer böyle bir şeye inanıyorsanız, sizin sorununuz inanç değil, vicdan yokluğu ve ahlak yoksunluğudur.
İnsanın, hiçbir zaman duymadığı bir çocuğun çığlığı karşısında sessiz kalıp, kendi niyetini “yüksek titreşim” diye yüceltmesi, inanç değil, kibirle süslediği bir inkardır. Eğer bir evren düzeni, bazılarını doğuştan ayrıcalıklı kılıp, diğerlerini doğuştan lanetliyorsa; ve eğer bu düzende, acı içindeki bir varlığa değil de, sabah kahvesine olumlama yazan birine ya da rahat imkanlarının içinden elini açana öncelik tanınıyorsa, bu sistemin adaletine değil, riyakarlığına işarettir. Çünkü insanın asıl sınavı, kendine refah içinde sahte bir anlam icat etmesi değil; başkasının acısı karşısında ne kadar dürüst kalabildiğidir. Bu noktada mesele metafizik değil, bu dürüstlüğü yüklenebilecek cesaret ve sağduyudur. Bazılarının her güne yaşam savaşıyla uyandığı bir dünyada, gülünç ritüeller eşliğinde gönderdiğini sandığı enerjilerle, evreni eğip bükmeye çalışanlara söylenecek tek şey kalıyor; siz inanmıyorsunuz, siz kaçıyorsunuz. Ve sizin kaçtığınız yer, başkalarının cehennemi.
Belki de en büyük erdem, cevapsızlığa katlanmayı öğrenmektir. Belki de, asıl güç, anlamı aramaktan değil, yokluğunda ayakta kalabilmekten gelir. Ve ayakta duramayanlar için, elini taşın altına koymaktansa, kendi durabilme dirayetine şükredip, duramayanları birer derin nefes çekecek rahatlama öznesi haline getirmek, büyük bir erdemsizliktir. Bu dünyada, adaletsizlik yalnızca "kaderin cilvesi" değil; inançların işlevsizliğinin bir yansımasıdır. Sorgulamadan tapanlar, kurbanların çığlığına kulak tıkayanlardır. Dillerinde tanrının da adı olsa, ellerini açıp konuştuklarına inandıkları evren veya spiritüel yasalar da olsa, içlerindeki boşluk, fark edilmesi zor değildir. Ve o boşluk, başkalarının cehennemini, sırf kendi cennet inançlarına ya da inandıkları kader kavramına leke gelmesin diye görmezden gelmelerine sebep olur.
En derin çürüme, vicdanın yerini dogmanın aldığı an başlar. Tanrı adına susanlar değil; insan adına haykıranlar kalmalı geriye. Çünkü adalet, bir vaatte değil, bir isyanın içinde yerini bulabilir.