İnancın Anatomisi
İnanç, sıklıkla düşüncenin terk edildiği yerde doğar denir. Aslında insanların bir çoğunun sahip olduğu mantaliteye bakarsak, güçlü bir önermedir. Ancak aynı zamanda, üzerinde düşünülmesi gereken en büyük yanılsamalardan biridir.
Düşünmek, varoluşun en ağır yüklerinden biridir. İnanmak, omuzlara yüklü bir sorumluluk ve bilinmezlikle başa çıkabilecek bir ruhun tahammülünü gerektirir. İnsan ise doğası gereği, bilinmeyenin soğuk ve karanlık derinliklerine bakmaya cesaret edemez; çoğu zaman kesinlik peşindedir, belirsizlik sahip olduğu belki de en derin korkusudur. Bu yüzden cevaplar talep edilir, düşünce ise zamanla terk edilir. Ve o noktada, içinden yükselen en gürültülü ses, ‘hakikat’ olarak kabul edilir. Ne var ki, o ses, çoğu zaman insanın en temel korkularının kurnazca biçimlendirilmiş bir fısıltısından ibarettir; vicdanla karışmış alışkanlıkların ve boşluğun bir yansımasıdır. Sırtını bilincine dayadığını zannederken, düşüncelerini de sahip olduğu bilinci de umarsızca arkasında bırakma dürtüsüdür.
Gerçek inanç, düşüncenin uğultusundan sıyrıldığı noktadaki sessizlikten doğar. Bu sessizlik, tüm kutsal kabullerin yıkıldığı, dogmaların paramparça olduğu ve insanın kendisiyle, karanlığıyla, en çıplak haliyle yüzleştiği bir mahkemedir. Ne var ki, çoğu insan bu mahkemeden kaçmayı seçer; içinden yükselen yankıyı "evrenin işareti" olarak benimseyip suskunluğa gömülür. Suskunluk, düşüncenin en sinsi düşmanıdır çünkü gerçeklikten koparır, sahte bir güvenlik duvarı örer ve yarattığı konforlu ilüzyon, zaman içinde ruhu uyuşturur.
İnanç, düşüncenin sonu değil, tam tersine en radikal başlangıcına açılacak bir kapı olabilir. Bu kapının insanı yönlendireceği yol, insanı bilinmeyenin karanlığında yürümeye, kendini yıkmaya, parçalamaya ve yeniden inşa etmeye cesaretlendirecek bir keşfe hazırlayabilir. Bu varoluşsal arayış süreci, ruhun en derin sancılarını ortaya çıkarır; içsel bir sorgulama ve insanın kendisine borçlu olduğu hakikatli yüzleşmeyi, sancılı da olsa yapmaya iter. İnsan, çoğu zaman inancı bir sığınak zanneder. Oysa sığınılan şey inanç değil, belirsizlik karşısındaki korkudur. Gerçekle yüzleşmek yerine hakikati bir biçimde “hazmedilebilir” kılmak ister; çünkü çıplak gerçeklik, zayıf benliğin üzerine çökebilecek kadar ağırdır. Bu yüzden çoğu inanç, gerçekte bir arzuya cevaptan ibarettir. İnsan, kendi aczini tanrılaştırır; bilmediğini değil, bilmek istemediğini kutsar. Düşünmenin sustuğu yerde doğan inanç, hakikate değil huzura yönelmiştir. Ve huzur, çoğu zaman derin bir inkârın özenle kurulmuş sessizliğidir.
Sonunda insan, inancı düşüncenin sonu değil, kendi karanlığına attığı en gözü kara adım olarak kavrar. Hakikat, ona cevap verenin değil, onu taşımayı göze alanın hakkıdır. Ve inanç, ancak kendini kandırmayı bırakan bir bilinçte kök salar. Kendini görmeye tahammül edebilen göz, dış dünyanın yalanlarına da boyun eğmez hale gelir. Çünkü inanç, ne bir vaat ne de bir huzur aracıdır; hakikatin ağırlığını sırtlanmaktır. İnsan, kendi ruhunun yıkıntıları arasında yürümeyi göze almadıkça özgür olamaz. Özgürlük ise, ne seçimle gelir ne de armağanla; yalnızca, iç hesaplaşmanın ateşinde arınabilecek bir ruhun hakkıdır.
Ve belki de bu yüzden, gerçek inanç; insanın kendi üzerine çöktüğü yerde değil, kendi içinden geçip devam ettiği noktada başlar. Hakikat oradadır: ne tapınaklarda ne de kutsal metinlerde, yalnızca acıyla işlenmiş içsel suskunlukta. Ve o suskunluğu delen her düşünce, insanı kendine daha çok yaklaştırır; çünkü en hakiki inanç, inkâr edemediklerinle yüzleştiğin yerde filizlenir. Geriye sadece bir soru kalır: Taşıyamayacağın kadar ağır bir hakikate, yine de sahip çıkabilecek misin?